Eski çağlarda kalbimiz
Ateroskleroz, mikropsuz yangının arterleri etkilediği, lipid metabolizması ve diğer metabolik disfonksiyonlardaki değişikliklerle ilişkili olduğu kalp damar sistemini etkileyen bir patolojidir. İskemik kalp hastalığı ve serebrovasküler hastalık, ateroskleroz zemininde gelişen kardiyovasküler hastalıklardandır. Bu hastalıklar neden önemlidir? Çünkü günümüzde kardiyovasküler hastalık (KVH) dünyanın önde gelen ölüm nedenidir. KVHlar, 2017 yılında ABD’de her üç ölümden birinden, yani toplam 800.000 ölümden sorumluydu. Dünya çapında ise KVH tüm ölümlerin% 31’ini oluştumaktadır. Redox dengesizliği açıklayıcı olabilir mi?
Bu oranlar endişe verici olsa da 1960’lı yılların ortalarında zirveye çıktıktan sonra ABD’de kalp hastalığından ölümlerin sayısı gerçekten azaldı. Amerikan Hastalık Kontrol ve Önleme Merkezi (CDC) 2016 yılında 1969’dan 2020’ye kadar KVH’den ölümlerin sayısının erkeklerde %21,3, kadınlarda ise %13,4 oranında azalacağını tahmin ediyordu. 2000’den 2010 yılına kadarki sürede ABD’de kalp hastalığı için yaşa göre ayarlanmış ölüm oranı %30 azaldı. Kardiyovasküler hastalıklardan muzdarip hastalar için etkili modern tedavilerle birlikte sigara içme alışkanlıklarında azalma, sağlıklı beslenme ve yaşam tarzının korunmasının öneminin artması, ölüm oranlarının azalmasına katkıda bulunmuş olabilir. Ancak günümüzde hala en yüksek risk grubu olmaya devam etmektedir.
Ateroskleroza neden olan patolojik süreç karmaşıktır. Genellikle ateroskleroz ile ilişkili olan metabolik değişikliklerarasında kan yağlarındaki bozukluklar, obezite, yüksek glukoz seviyeleri, yüksek kan basıncı ve insülin sayılabilir. Bir çok araştırmacı, tüm bu koşulların gelişimde elektromanyetik radyasyonun (EMR)un etkili olduğunu düşünmektedir. Şahsen ben de EMR’nin dolaylı olarak bu süreçlerde etkin olduğuna inanıyorum.
Hiç şüphe yok ki elektromanyetik radyasyon oksidatif strese yol açan REDOX dengesizliği yaratıyor. (Redox dengesizliği, vücudumuzdaki moleküllerin arasında kimyasal reaksiyonlar sırasında normalde dengeli olarak süren elektron alışverişindeki bir bozukluğu tanımlar.) Bununla birlikte, tüm hastalıkların gelişimini EMR’ye atfetmek, aşırı basitleştirme ve sonuçta verimsiz bir teoridir.
Eğer elektromanyetik radyasyon, obezite, diyabet ve ateroskleroz gibi hastalıkların doğrudan nedeni ise, bu hastalık teknolojinin bulunmadığı antik dönemde teorisel olarak bulunmamalıdır. Antropolojik kayıtların incelenmesi, hastalığın nasıl geliştiği konusundaki anlayışımızı geliştirmemize izin verebilir.
Obezite örneği
Uzak geçmişte, aşırı kilo hem erkekler hem de kadınlar için refah, başarı ve güç sembolü olarak kabul edilmiştir. Bu şaşırtıcı değil, çünkü evrim sırasında milyonlarca yıl boyunca gıda sıkıntısı olağan bir durumdu. İnsanlık tarihinin çoğu boyunca yaşanan gıda kıtlığı, yağlı bir vücuda sahip olmanın gerçekten çekici olduğu fikrine yol açtı ve artan kilo güzel sanatlarda dahi her yere yansıyordu.
Milattan önce 28.000 – 25.000 tarihlerinde yapıldığı tahmin edilen bir kireçtaşı figürü olan ünlü “Willendorflu Venüs”, belki de obezitenin estetik açıdan hoş bir nesne olarak temsil edilmesinin mükemmel bir örneğidir. Rubens resimlerindeki (1577-1643) yuvarlak hatlar da dolgunluğu tanımlamak için kullanılan ‘Rubenesque’ kelimesinin kökenidir. Tüm tarih boyunca sadece yirminci yüzyılın ikinci yarısına geldiğimizde şişmanlık artık arzu edilir olarak kabul edilmiyordu. Dünyada şişmanlığın yaygınlaşmasında gözlenen çarpıcı artış, yalnızca birkaç on yıl önce, teknolojik gelişmelerin mevsim ve zamana bakılmaksızın her türlü kalite ve çeşitliliğe sahip bol miktarda ve kolayca erişilebilen gıda kaynaklarında hızlı artışına izin verdiğinde başladı.
Haziran 2019’da yayınlanan dikkate çekici makale , insanları diğer primatlara kıyasla çok daha yüksek miktarda vücut yağının birikmesine duyarlı hale getirebilecek genetik nedenleri incelemiştir. Bu çalışmada bilim insanları, diğer primatlardan farklı olarak insan genomundaki kromatin miktarının düzenlemesinin, beyaz yağ dokusunun (depo form) bej yağ dokusuna (enerji üreten form) çevrilmesi yolağını kapattığını keşfettiler. Yazarlar, beyaz yağ dokusunu arttırmak için bu dönüşüm yolunu kapatmanın, yaşanan kıtlıklar sırasında lipit depolanmasını arttırmak için evrim sırasında hayatta kalma seçiminin bir sonucu olduğuna inanıyorlar.
Uzun süreli kıtlık olmadığı için obezite artık hayatta kalma mekanizması değildir. Doğal olan açlık ve kıtlık şeklinde tekrarlayan uygun döngü dengesidir. “Kıtlık” yokluğunda elde edilen şişmanlık, hiperglisemi, Tip 2 diyabet, ateroskleroz ve kardiyovasküler hastalık gibi daha ileri sağlık komplikasyonlarına neden olabilir. Elektromanyetik radyasyona maruziyetin artması, yukarıdaki hastalıklara neden olan oksidatif stresin artışını daha da hızlandırabilir. Belki de insan atalarımızın insülin direnci geliştirerek Buzul Çağındaki periyodik açlığa adapte olması günümüzde hastalık mekanizmalarını daha da karmaşıklaştırdı.
Ateroskleroz
Buzul Çağındaki insan atalarımız, sıcaklıkların dramatik bir şekilde soğutulmasından önce olduğu gibi çeşitli bitki ve hayvan bazlı yiyecekler toplamak yerine büyük av hayvanlarının avlanması sayesinde hayatta kaldılar. Son keşifler, karbonhidratların, yaklaşık 22000 yıl önce yabani tahıllar biçiminde insanların diyetlerine yeniden sokulduğunu gösterdi. Ürünlerin çeşitli kültürlerde başarılı bir şekilde tarıma uygun hale getirilmesi, Mezopotamya Sümeri, Eski Mısır, Güney Asya’daki İndus Vadisi Uygarlığı, Eski Çin (pirinçlerin M.Ö. 6.200 tarafından evcilleştirildiği) ve eski Yunanistan gibi medeniyetlerde tarımın yoğunlaşmasına neden olmuştur. Peki, düşük karbonhidratlarda hayatta kalmak için genetik olarak adapte olmuş insanlar, karbonhidratların gittikçe artan bir şekilde kullanıldığı diyetlere nasıl cevap verdi?
Öncelikle, çeşitli uygarlıklarda tahıl tüketiminin arttığı dönemde, yüksek oranda yağ veya hayvansal diyet uygulayan insanların kayıtlarını inceleyelim. Kardiyovasküler hastalıkların en eski kanıtlarından biri, 5,300 yıl önce Alpler’in güney bölgesinde yaşayan ve Ötzi adı verilen bir Tirol buz adamında bulundu. Ötzi’nin incelemesi sonrasında karotid arterlerinde, distal aortta ve sağ iliak arterde önemli ölçüde kireçlenme bulunmuştur. Ayrıca yüksek oranda hayvan ürünleri tüketimiyle ilişkili olan dejeneratif artrit ve safra kesesi taşı kanıtları da bulundu.
2018’de uluslararası bir araştırmacı ve antropolog ekibi, dört yetişkin mumyanın damarlarında ve 16. yüzyıl Grönland Eskimolarından olan bir çocukta kalsiyum birikintileri veya plakların kanıtlarını buldu. Aslında günümüz standartlarında bu avcı-toplayıcıların diyetleri ve yaşam tarzları sağlıklı kabul edilir. Geleneksel Eskimo mutfağı tipik olarak büyük balıklar, balinalar ve morslar dahil olmak üzere deniz memelilerinden gelen et, yağ ve organlardan oluşur; karibu, misk, kuş gibi karasal türlerin yanı sıra yumurta ve bazı meyveleri içerir. Geleneksel Eskimo diyeti gibi düşük karbonhidrat içeren bir sağlıklı diyet neden kalp hastalığı kanıtı olsun ki? Bunun dışında farklı alanlarda / iklimlerde veya farklı diyet türleriyle yaşayan insanlar da uzak geçmişte ateroskleroz geliştirdi mi acaba?
2013’ün ünlü HORUS çalışması, dört farklı antik popülasyonda 4.000 yıllık insanlık tarihi boyunca aterosklerozun kanıtlarını inceleyen dikkat çekici bir çabaydı. Dört ayrı coğrafi bölgeden 137 mumyanın %34’ünde ateroskleroz bulguları mevcuttu. Bir başka çalışmada ise Orta Krallık’tan Greko-Romen dönemine kadar birkaç hanedanlıkdöneminde yaşayan 44 eski Mısır mumyasının 20’sinde aterosklerotik kalsifikasyon kanıtı bulunmuştur. 51 antik Perulu’nun 13’ü, beş atadan ikisinin ve beş Unangan avcı-toplayıcısının üçünde ise aortta, iliak / femoral arterlerde, popliteal / tibial arterlerde, karotid ve koroner arterlerde kalsifiye plakların varlığını ortaya koydu.
Horus Çalışması’nın yazarları aynı zamanda ciddi arteriyel ateroskleroz kanıtlarının pratik olarak her bir arteriyel yatakta kalsifikasyon şeklinde sunulduğu iki eski Mısır mumyasını tanımlayabildi. Bu mumyalardan biri, 1550-1580 yılları arasında Thebes’te (Luksor) yaşayan prenses Ahmose-Meryet-Amon’du . Ahmose-Meryet-Amon, insanlık tarihinde koroner arter hastalığı teşhisi konan ilk insandır. Prenses 40-45 yaşları arasında tahmini bir yaşta öldüğünde, sağ koroner ve sol ön inen koroner arterleri de dahil olmak üzere tüm ana vasküler yataklarında ateroskleroz vardı. Peki prensesin diyeti nasıldı?
Araştırmacılar tarafından MÖ 1500 -5,500 arasında Mısırda yaşayan insan ve hayvanların mumyaların dokularında karbon, azot ve kükürt izotopik bileşimlerin incelenmesi sayesinde diyetleri hakkında fikrimiz var. Mısırlıların basit ovo-lakto vejetaryen (süt ürünlerini ve bazı hayvansal ürünleri tüketen ama kırmızı et, balık eti ve kümes hayvanları eti tüketmeyen) tarzda beslendikleri saptandı. Karbon izotop bileşimlerine göre protein içeriğinin yaklaşık %29 olduğu tahmin edilen ve temel olarak ılıman iklim bitkileri olan C3 bitkilerine dayanan bir diyetle beslendikleri anlaşılmıştır. Bulunan kükürt izotoplarının miktarı levrek gibi balıkların düzenli olarak tüketilmediğini de göstermiştir.
Eski Mısır diyetlerinin temel bileşeni olan C3 bitkilerini kullanarak halkın ekmek ve bira şeklindeki ürünler aracılığıyla buğday, çavdar, yulaf gibi çok miktarda tahıl ile soğan, marul ve bezelye, mercimek gibi baklagiller dahil sebzeleri tüketmesi mümkün olabilir. Kraliyet ailesinden olan prenses ise çeşitli meyvelere ve gibi evcil hayvanlardan elde edilen meyvelere ve etlere erişebilecektir .inek, keçi ve koyun gibi evcil hayvanlardan elde edilen etlere kolaylıkla erişebilecektir .
İyice meraklandınız mı? 5,300 yıl önce Alplerde yaşayan bir adam ve 3,500 yıl önce Thebes’de yaşamış bir prenses yapay LED ışıkların, cep telefonlarının ve elektriğin olmadığı tamamen farklı diyetle beslenerek nasıl ateroskleroz geliştirebilir?
Bu mekanizma redox mekanizmalarının anlaşılmasıyla açıklanabilir…
Doris Loh
Bağımsız araştırmacı – Kuantum biyolojisi; Redox, EMF ve VitC
Join the discussion One Comment