Skip to main content

Kanser saatleri: Bir kanser salgını ile karşı karşıya mıyız? 

Uluslararası Kanser Araştırma Ajansı, 2018’de yirmi dünya bölgesinde 18.1 milyon yeni kanser vakasının teşhis edildiğini ve Dünya çapında kanser ölüm oranının 2018’de 9,6 milyona yükseldiğini bildirmiştir. Akciğer kanseri, her iki cinsiyette de en sık teşhis edilen kanserdir. Akciğer kanseri erkeklerde en sık (toplam kanser ölümlerinin% 18,4’ü), kadınlarda ise meme kanserinin ardından (toplam kanser ölümlerinin% 11.6’sı) ikinci.

2016 yılında Amerikan Hastalık Kontrol ve Önleme Merkezi 1969’dan 2020’ye kadar, ABD’de  kanserden ölenlerin sayısının, erkeklerde %91.1 ve kadınlarda %101.1 artacağını tahmin ediyordu. Oysa kalp hastalığından ölümlerde erkekler için %21,3 ve kadınlar için %13,4’lük bir düşüş olacaktır. Kanser ve kalp hastalığı arasındaki bu farklı oranlar, iyileştirilmiş tıbbi bakımın, tanı araçlarının ve önleyici stratejilerin kalp hastalığı patolojisi üzerinde olumlu bir etkiye sahip olduğunu ancak kanseri yenmek için girişimlerde bulunmalarına rağmen kanser gelişiminde olumlu bir etkiye sahip olmadığını göstermektedir.

Kanser vakalarında neden bu kadar patlayıcı bir artış oldu? Birçoğu modern iç mekan yaşam tarzını suçlamak olduğuna inanıyor. Besin kaynağımız sentetik glikojenler tarafından kimyasal gübrelerden ve böcek ilaçlarından elde ediliyor. Besin kaynağımızı besleyen toprak, temel mikro besinlerden mahrumdur. Soluduğumuz hava ve içtiğimiz su, çoğu insan yapımı kirleticiler tarafından kirlenir. Hepsinden önemlisi, insan yapımı elektromanyetik radyasyonasürekli maruz kalmanın dünyadaki çoğu canlı organizmada tüm biyolojik sistemlerde ölçülemez bir hasara yol açtığına inanılmaktadır. Bu etkenler tabii ki sıklığın bu kadar artmış olmasını açıklayabilir.

Ancak eğer bu varsayımlar tamamen doğruysa, o zaman hayatta kalabilmek için çoğu insanın aktif ve toprağın mikro besinlerle dolu olduğu tarih öncesi dönemlere geri dönersek; besin kaynakları doğal ve bozulmamış; hava ve su insan yapımı kirleticilerden arındırılmış, yine de kanser kanıtı bulabilir miyiz?

İlkçağda kanser 

Homininlerde kanser için en eski kanıt, 1,98 milyon yıl öncesinden, Malapa’dan soyu tükenmiş hominin, Australopithecus sediba‘nın kalıntılarında bulundu. Malapa, Güney Afrika’da Johannesburg’un kuzeybatısında, insanlığın beşiği olan ünlü paleoantropolojik sitenin bir parçasıdır. Bilim adamları, etkilenen bireyin, altıncı torasik omurunun sağ laminasını etkileyen birincil bir osteojenik tümörden muzdarip olduğuna inanıyorlar. Kanserin, ölümü sırasında 12 ila 13 yaşları arasında kronik ve aktif olduğuna inanılıyor. Osteosarkomun kanıtı, Güney Afrika’daki aynı paleoantropolojik alanda bulunan Swartkrans mağarasından 1.8 ila 1.6 milyon yıl öncesine kadar uzanan bir homininde de bulundu.

2018 yılında, Mısır’daki Dakhleh Vahasında M.Ö 3000 ile 1500 arasında gömülü olan 1087 mumyadan altı kanser vakasını belgelemiştir. Yazarlar bir mumyada rektum adenokarsinomu kanıtı bulmuşlardır; 3-5 yaşında bir çocukta akut lenfositik lösemi; metastatik karsinomlu yaşlı bir kadın; ve diğer iki kadında rahim, rahim ağzı kanseri olasılığı; ve bir erkekte testis kanseri. İncelenen 1087 mumyadan altı vaka, yaklaşık% 0.6’lık bir insidansoranındadır. Öte yandan, 2014-2016 verilerine dayanarak en sık görülen akciğer kanserini geliştirme riskinin hem erkek hem de kadınlar için yaklaşık %6,3 olduğu tahmin edilmektedir. 3500 ila 5000 yıl arasında yalnızca on kat bir artış olduğuna şaşırdınız mı?

M.Ö. 3.000-2.500 tarihli Edwin Smith Papirusünde meme kanseri ile ilgili en eski belgeleri sunmuştur. Mısırlı doktor-mimar Imhotep’e atfedilebilen yazılara göre, eğer hastalığın “dokunulduğunda serin, göğsün her tarafına yayılmış kitleleri” varsa hasta tedavi edilemez olarak tanımlıyordu. İlyada destanında kan, balgam ve safranın dengesizliğinin hastalığın sebebi olduğuna inanılan Hipokrat’ın altı aşamadaki klasik tarifine atıfta bulunulmuştur.

Tarihsel kayıtlarda Yunan doktorların cilt, ağız, mide ve meme kanseri tedavi ettiğini göstermiştir. Hipokrat (460-375) kanlı akıntısı olan meme kanseri ve rahim ağzı kanserlerini hayatı tehdit eden tümörler ve tedavi edilemez olarak kabul etmiştir. Cilt kanserleri losyon ve koter ile tedavi edilirken, derin tümörler genellikle bir bıçakla çıkarıldı veya tedavi edilmedi.

Günümüzde birçok araştırmacı, güneş ışığı ve doğaya ortamdan uzaklaşan modern iç mekan yaşam tarzının, kanser büyüme oranlarındaki patlamanın en önemli nedenlerinden biri olduğuna inanıyor. Güneş ışığından uzak kalmak neden kanser gibi hastalıkların nedeni olsun? Güneş eksikliğinin, genel olarak sirkadiyen ritim olarak bilinen karmaşık bir zamanlama sistemini bozması mümkündür.

Sirkadiyen saatler ve güneş 

Vücudumuzun biyolojik sistemlerinin düzenlenmesinde zaman işleyiş sistemlerinin korunmasından sorumlu olan sirkadiyen saat mekanizması, bakterilerden insanlara hemen hemen tüm canlı organizmalarındabulunabilir. Bu saatler tarafından tutulan sirkadiyen ritimler biyokimyasal, fizyolojik ve davranışsal süreçleri düzenler. Memelilerde sirkadiyen saatler sayesinde çevresel faktörler baz alınarak gen ekspresyonunun günlük ritminin düzenlenmesi yoluyla fizyolojimizi koordine eder.  BMAL, PER veya CRY gibi genler ritmik bir döngü sırasında kendi transkripsiyonunu bastırabildiği bir negatif geri besleme döngüsü ile kontrol edilir.

PRDX genleri

Yeryüzündeki canlı organizmaların çoğu için, bu ritmik döngü yaklaşık 24 saatlik bir süreye sahiptir. Gece ve gündüz gibi değişen çevresel koşulları önceden tahmin edip adapte edebilme yeteneği, organizmaların verimliliğini ve hayatta kalmasını arttırır. Güneşten gelen ışık tonları, canlı organizmaların çoğunda sirkadiyen saatlerin devam ettirilmesinden sorumludur. Bu nedenle sirkadiyen saatlerin bozulmasının sadece kanser patolojisi ile değil, kalp-damar hastalıkları, Tip 2 diyabet, Metabolik Sendrom ve ana komorbiditeleri, uyku bozuklukları, depresyon, karaciğer yağlanması ve bilişsel işlev bozukluğu da dahil olmak üzere diğer birçok sağlık koşullarıyla ilişkili olması şaşırtıcı değildir.

Güneş ışığı insanlarda sirkadiyen saatlerin düzgün çalışmasını sağlamak için kritik öneme sahiptir. Yine de bilim adamları ve araştırmacılar güneşten gelen UV radyasyonunun ölümcül melanom da dahil olmak üzere cilt kanserine neden olabileceği konusunda ikna edici kanıtlar gösterdiler. UV radyasyonu 2018 yılında ABD Sağlık ve İnsan Hizmetleri Bakanlığı Ulusal Toksikoloji Programı tarafından insan kanserojen olarak tanımlandı.

Yirmi yıldan uzun bir süre önce 1996 yılında bildirilen raporlar, melanom dışı cilt kanserlerinin %90’ının güneşten gelen UV ışınlarına maruz kalmayla ilişkili olduğunu göstermiştir. ABD’de melanom dışı cilt kanserlerinin teşhisi ve tedavisi 1994 ve 2014 arasında %77 oranında artmıştır. ABD’de 2019 yılında teşhis edilen yeni melanom vakalarının sayısının %7,7 oranında artacağı tahmin edilmektedir. 2011’de yayınlanan bir bildiri, 2010 yılında İngiltere’de teşhis edilen melanom vakalarının  %86’sının güneşten gelen UV radyasyonuna atfedilebileceğini göstermiştir. Melanom, oldukça erken hastalık aşamasında metastaz yapabildiği için yüksek derecede habis ve agresif olan bir cilt kanseri türüdür.

Birçok kişi melanom dahil cilt kanserinin, güneşten gelen UV radyasyonundan değil, güneşten koruyucuların yanlış kullanımından ve cep telefonları da dahil olmak üzere insan yapımı elektromanyetik radyasyona (EMR) ve artan ışığa maruz kalmadan kaynaklandığına inanmaktadır. Güneş kremlerinin güvenliği de sorgulanmaktadır. Eğer bu varsayım doğruysa, eski çağlarda çoğu insandaki deri kanserlerinde kanıt eksikliği bulunmalıdır, çünkü çoğu insan, insan yapımı EMR ve güneşten koruyuculardan yoksun olarak güneşin doğuş ve batmasına bağımlı olarak yaşayagelmektedir.

Antik Çağda Melanom 

Melanom kelimesinin Yunanca kökleri “melas” (karanlık) ve “oma” (tümör) dır. Sözcüğün ilk kayıtları 5. yüzyılda Hipokrat‘ın yazılarında ve daha sonra Yunan doktor Efesli Rufus’un (MÖ 80-150) çalışmalarında saptanmıştır. Melanomun en eski fiziksel kanıtı, yaklaşık 2.400 yıl önce Peru’daki Chancay ve Chingas‘ta yaşayan Kolomb öncesi mumyalarda bulundu. Hanedanlar döneminden kalma Mısır mumyalarında (M.Ö. 3100 – M.Ö. 2686), bazal hücreli karsinom olarak ortaya çıkan bir genetik hastalık olan bazal hücreli nevüs sendromu  tanımlanmıştır. Mısır ve Peru’dan diğer mumyalarda da histiyositoma, skuamöz papilloma ve olası malign melanomlar bulunmuştur.

1650-1760 yılları arasında kaydedilen Avrupa tıp literatüründe melanomu “metastazları olan ölümcül siyah tümörler ve vücuttaki siyah sıvı” olarak nitelendiren çok sayıda açıklama vardır. Bir melanom tümörünün ilk defa cerrahi olarak çıkarılması 1787’de cerrah John Hunter tarafından İskoçya’da yapıldı. Korunan bu tümör lezyonu daha sonra 1968’de melanom olarak teşhis edildi. Örnek, Londra’daki Hunterian Museum‘da sergilenmektedir. 1858’de Londra’da çalışan bir doktor olan Olivier Pemberton 60 farklı melanom vakasının kesin klinik detaylarını ve metastaz bölgelerini belgelemiştir.

Hunterian Museum

1956’da Avustralya’dan bir matematikçi olan Henry Lancaster, melanom ve güneşten gelen ultraviyole ışınımı arasındaki bağlantıyı kuran ilk bilim adamıdır. Melanom gelişme riskinin doğrudan enlem veya güneş ışığının yoğunluğu ile ilişkili olduğunu fark etmiştir. Lancaster ayrıca, melanom gelişme riskinin soluk tenli ve bronzlaşma tepkisi düşük olan İngiliz / Kelt soylarında arttığını da gözlemledi.

Neden tüm canlı organizmalardaki yaşam ritminin arkasındaki itici güç olan güneş ışığı cilt kanseri gibi patolojilere neden oluyor? Neden aktif ve doğal yaşam tarzı olan, farklı coğrafi bölgelerde yaşayan, çeşitli doğal ve yiyecekleri yiyen antik çağlardaki insanlar ateroskleroz belirtileri gösteriyor? Sağlığın sağlam, iyi işleyen bir sirkadiyen ritim anahtarının bakımı iyi değil midir? Kansere ve / veya ateroskleroza neden olabilecek insan yapımı EMR, gece boyu sirkadiyen ritmi bozan LED ışığı da yoktu. Burada ne eksik?

Peroxiredoxinler; Redox sirkadiyen sisteminiz 

Sirkadiyen ritim dünyadaki hemen hemen tüm canlı organizmalarda bulunur. Bu kendi kendine devam eden ritmik döngülerin uzunluğu yaklaşık 24 saattir, çünkü 24 saatlik günlük aydınlık ve karanlık dönemlerine sürüklenir. Çoğu yüksek organizma, sirkadiyen sistemlerini düzenlemek için ışığa duyarlı fotoreseptörler kullanır. Bu aynı zamanda, tamamen karanlıkta yaşayan organizmaların sirkadiyen saatlere sahip olamayabileceği anlamına gelir. Meksika mağara balığı (Astyanax mexicanus) mükemmel bir örnektir. Tetra olarak da bilinen bu kör mağara balığı sirkadiyen ritim göstermez ve sirkadiyen saatlerin varlığı ile tanımlanmamıştır.

Ancak siyanobakteriler veya maya gibi basit organizmaların tümü, ışığa duyarlı fotoreseptörlere sahip olmamasına rağmen, belirgin sirkadiyen fonksiyonlar sergiler. Bu basit organizmalar ışığın varlığından ve yokluğunu algılayacak aydınlık ve karanlık döngüleri yakalayamazlarsa zaman algılarını nasıl korurlar?

Geçtiğimiz birkaç yılda, bilim, yoğun olarak çalışılan transkripsiyonel sirkadiyen sistemine “alternatif” bir yolak keşfetti. Bu “alternatif” sistem, Büyük Oksijenasyon Olayı döneminde 2.45 milyar yıl öncesine veya siyanobakterilerin ilk 3 milyar yıl önce ortaya çıktığı zamanın ötesine kadar uzandığı tahmin edilen peroksiroksin (PRDX) olarak bilinen bir protein (enzim) ailesidir. Bilim adamları şimdi bu antik sistemin aslında yüksek canlı organizmalardaki transkripsiyonel sirkadiyen saat genlerinin çoğundan önce gelebileceğine inanıyor.

Peroksiredoxin

Peroksiredoksinler (PRDX) ilk olarak 1989’da keşfedilmiştir. Enzimatik süreçleri ise 2000’lerde kesin olarak tanımlandı. Dikkat çekici bir şekilde, PRDX, arkilerden siyanobakteriler gibi prokaryotlara ve bitkilerden hayvanlara kadar bütün ökaryotlara kadar bütün türlerde bulunur. PRDX‘in en heyecan verici yönü ise bilimin yakın zamanda peroksiredoksinlerin organizmanın REDOX sistemi tarafından yönetildiğinin keşfetmesidir. PRDX oksitlendiğinde veya azaldığında, transkripsiyonel sirkadiyen saat sistemine eşlenmiş sinyaller gönderir. Işığa duyarlı fotoreseptörleri olmayan basit organizmaların sirkadiyen ritimlerini nasıl sağladıklarını açıklayabilir.

Peroxiredoxinler; Redox ışık sensörleri

Peroksiredoksinler transkripsiyondan bağımsız sirkadiyen saatlerdir. Yani ritmik çalışımlarının düzenlenmesi organizmanın REDOX durumuyla belirlenir. Oksidasyon ve redüksiyonlarının ritimlerinin, transkripsiyonel sirkadiyen saat mekanizmalarının yokluğunda bile (mutasyon veya farmakolojik müdahale ile) devam ettiği gösterilmiştir. Perokseroksinler aslında transkripsiyonel sirkadiyen saatlerden daha eski olabileceğinden, peroksiroksinlerdeki zaman ayarlama mekanizmalarının farelerde, bakterilerde ve mantarlarda sirkadiyen gen ekspresyon feedback (geri besleme) döngüleri mutasyona uğradıklarında bile  kesintisiz olarak devam edebilmeleri şaşırtıcı değildir.

Dünyanın en küçük serbest yaşayan ökaryotu olan Ostreococcus Tauri‘ deki peroksiroksin sirkadiyen sisteminin, bakteri tamamen karanlığa transfer edildiğinde bile sağlam ritmik döngüleri koruduğu görülmüştür. Bu fototrofik tek hücreli organizmalarda ışığın bulunmaması sirkadiyen gen transkripsiyonunun sona ermesine neden olmuştur, ancak REDOX bazlı sirkadiyen saatler yani peroksiroksinler kalıcı bir şekilde ve aktif kalmaya devam etmiş, O. tauri’nin toplam karanlıkta tutulması süresinde de biyolojik zaman muhafaza edilmiştir.

Peroksiredoksinler zamanlamaya nasıl devam eder?  

Basit maya hücreleri fotoreseptörlerden yoksundur ancak mavi ışığa maruz kaldığında sirkadiyen transkripsiyonel tepkilerini sergileyebilir. Maya ve fotoreseptör içermeyen tüm diğer basit organizmalar, mekanizmalarını koruyabilmek amacıyla ışık sinyallerini mavi ışık tarafından üretilen hidrojen peroksit gibi reaktif oksijen türlerinden elde etmek için peroksiredoksinlere bağlı kalır ve doğru sirkadiyen fonksiyonlarını korurlar.

Peroksiredoksinler, zararlı olan hidrojen peroksidi (H202) zararsız olan suya indirgeyebilirler. Sonraki döngü, NADPH gibi bir indirgeme eşdeğeri tarafından enzimin yenilenmesini içerir. Perokseroksinlerin bu indirgenme ve oksidasyon döngüsü, REDOX durumunda sirkadiyen ritmin temelidir ve bu sistem, transkripsiyonel sirkadiyen saat sistemine sıkıca bağlıdır.

Son zamanlarda bilim, peroksiredoksin REDOX sirkadiyen sisteminin bozulmasının kanser gelişimi, iltihaplı hastalıklar, insülin sekresyonu, insülin direnci, hiperglisemi, Tip 2 diyabet, nörodejenerasyon, katarakt, kısırlık ve tabii ki ateroskleroz ile ilişkili olduğunu keşfetti.

Peroksiredoksinlerin kanser üzerindeki etkisi son zamanlarda bilim adamlarının ve araştırmacıların odak noktası olmuştur. Peroeroksitoksinin kanserdeki rolü, tümörijenezi baskıladığı veya destekleyebildiği için son derece karmaşıktır. REDOX’un sağlığımızı gerçekten nasıl etkilediğini anlayınca, eski mumyalarda kanser ve ateroskleroz kanıtlarının bulunmuş olması artık bir anormallik değildir. Yine de soru şu: Neden antik çağlardaki indanların REDOX sirkadiyen ritimlerini bozulmuş olsun?

Peroksiredoksin, C vitamini ve ürik asit hakkında ne biliyorsunuz?  

C Vitamini ve Ürik Asit, geçmişte ve günümüzde peroksiredoksin denge modülasyonunda kritik rol oynar. 5G dünyamızda Elektromanyetik radyasyonun neden olduğu oksidatif stresin artmasından dolayı belki daha da fazla etkindir. Günümüzün 5G dünyasında sağlıklı olma halini sağlayıp sağlayamayacağımız, Peroksiredoksin salınımlarının sağlığımızı nasıl etkilediği ve REDOX sirkadiyen sistemimizdeki bozulmaların ne olduğu ile ilgili anlayışımızda saklı olabilir.

– Devam edecek –

Bir önceki yazı için; Redox ve Hastalıkların Evrimi 1

Doris Loh
Bağımsız araştırmacı – Kuantum biyolojisi; Redox, EMF ve VitC

Join the discussion 2 Comments

Yorum Yazın